
Hayatı ve Kariyeri
Carl Gustav Jung, 26 Temmuz 1875 yılında İsviçre’nin bir köyü olan Kesswill’de dünyaya gelen, analitik psikoloji adını verdiği bir psikoloji sistemi kurmasıyla tanınan bir psikolog ve psikiyatristtir. İyi bir eğitime sahip geniş bir aile ile çevriliydi, aralarında bir kaç rahip ve aykırı sayılabilecek kişiler de vardı. 6 yaşında Latince öğrenmeye başlayan Jung’un dil bilime ve edebiyata, özellikle antik edebiyata derin bir ilgisi vardı.Jung, pek çok modern Avrupa dilinin yanı sıra Eski Hint kutsal kitaplarının dili olan Sanskritçe de dahil bir çok eski dilde yazılan yazıları okuyabiliyordu.
Tüm okul hayatı ve üniversitedeki tıp eğitimini Basel’de tamamladı. 25 yaşında iken psikiyatri uzmanlığı eğitimine Zürih’te başladı. Daha sonra Zürih’te Bleuler’in yanında çalışmaya başladı. Sözcük çağrışım testleri üzerine araştırmalar yaptı. 28 yaşında iken psikiyatri uzmanı oldu ve evlendi. 30 yaşında iken, Zürih Üniversitesi’nde öğretim görevlisi oldu.2 yıl sonra Freud ile karşılaştı ve Freud, Jung’un yol göstericisi olmuştu.
Jung Freud’un etkisinde kalarak psikanalize ilgi duymaya başladı. O yıl psikiyatri kongresinde histeri konusunda Freud’un sözcüsü olarak konuşma yaptı. Bu dönem sonrasında “sözcük çağrışım testi” üzerinde çalışmalar yapmaya başladı. 36 yaşındayken, Uluslararası Psikanaliz Birliği’nin ilk başkanı oldu.1 yıl sonra düşüncelerindeki farklılıkları yüzünden Freud ile yollarını ayırmaya karar verdi. Yaklaşık 1913 yılında çalışmasını betimlemek ve bu çalışmayı Freud’un geliştirdiği biçimiyle psikanaliz sisteminden ayırmak için ‘analitik psikoloji’ sözünü türetmiştir (Ruth Snowden,2011).
Analitik Psikoloji
Analitik psikoloji, bütünsel bir psikoloji sistemi olup, yalnızca zihinsel ve sinirsel bozuklukları tedavi etmeyi değil, insanların daha dengeli ve öz bilinçli hale gelmesini de amaç edinen bir terapi yöntemidir. Analitik psikoloji insan ruhunun nasıl işlediğini anlamaya, ruhun haritasını çıkartmaya çalışır. Dinsel inançları, rüya, mit, sembol ve paranormal olguları inceleyerek psikolojinin derin yönlerini keşfetmeyi amaçlar.
Jung analitik psikoloji sistemi ile daha çok soyut kavramlara dayanan bilimsel kuramlar oluşturmaya çalışmıştır.Bu sebeple “zihin” ve “zihinsel” yerine “ruh” ve “ruhsal” sözcüklerini kullanır.Jung’a göre zihin ve zihinsel biliçli bir durumu ele alırken;ruh, bilinç ve bilinçdışının bütünlüğüdür.Bireysel ruh, gelişme ve bütünlük arayışı içinde sürekli değişir (Ruth Snowden,2011).Jung, ruhun bilinç, kişisel bilinçdışı ve kolektif bilinçdışı olarak 3 ana bölümden oluştuğunu söyler.
Bilinç, algıları ve anıları kapsar. Çevremize adapte olabilmemizi mümkün kılan gerçeklikle bağlantı kurmanın bir yoludur. Ego, bilincin merkezi ve kimlik duygusudur.Jung için ego ile benlik farklı kavramlardır.Benlik ruhun bilinçli ve bilinçdışı yönlerini içeren bütün bir kişiliktir.Ego ise ruhun bilinçli ve bilinçdışı yönlerini düzenler, dengeler, ona kişisel bir kimlik ve amaç duygusu verir. Ego toplumda verimli iş görmemize yardımcı olur.
Kişisel bilinçdışı tamamen bireye özel olup, bastırılmış arzular ve dürtülerden, unutulmuş deneyimlerden, eşik altı algılardan ve komplekslerden oluşur.Kompleksler, duygu olarak yoğun fikir, düşünce ve imgelerden oluşan bağlantılı gruplardır.Bir çok kişide aynı kompleksler bulunabilir fakat olumsuz etkilerinin olması gerekmez. Egonun bilmediği ya da dolaysız yoldan erişemediği ruhsal içeriğin bulunduğu alandır.Bir hazne gibi tanımlanabilecek olan kişisel bilinçdışının içeriğine her zaman başvurulabilir ve gerektiğinde bilinç yüzüne çıkartılabilir (Ender Gürol,1991).
Kişisel bilinçdışının başlıca iki tür içeriği vardır. Birinci tür travmatik anıları ve egoyu tehdit eden malzemeyi içerir. Bu anılar yoğunluğu yitirilip, bastırıldığı için bilinçdışı hale gelmiştir. İkinci tür ise, ruha girmiş fakat hiçbir zaman bilince ulaşamamış duyu izlenimlerini içerir.
Kolektif (ortak) bilinçdışı kişisel deneyimlerden oluşmadığı için kişisel bilinçdışından farklıdır. Bütün insanlarda ortak olan kolektif bilinçdışının içeriğini, birey tarafından bilinmeyen, hayvan atalarımızda dahil olmak üzere daha önceki tüm nesillerin birikimli deneyimleri oluşturur. Kolektif bilinçdışı kişiliğin temellerini şekillendirir, şimdiki davranışlarımızın tümünü yönlendirir ve bu nedenle de kişilikteki en etkili güç,bireysel ruhun gerçek temelidir (Duane P. Schultz,Sdyney Ellen Schultz,2007).Kolektif bilinçdışının, bireysel ruhtan bağımsız olan, miras yoluyla devralınan güdüler ve arketipler (ilk örnek) olmak üzere iki yönü vardır. Güdüler doğuştan gelen ve davranışlarımızı belirleyen, cinsellik, açlık, saldırganlık gibi dürtüler olarak tanımlanabilir.
Jung arketipi şu şekilde tanımlamıştır: “Arketip, her yerde karşılaşılan belli motiflerden oluşur. Mitoslarda, peri masallarında görülür. Aynı motifleri, bugünkü bireylerin düşlerinde, düşlemlerinde ve vizyonlarında görüyoruz. Bu imgelere ve uyardığı çağrışımlara ‘arketipik idealar’ diyorum ben. Bunlar ne kadar canlıysa, duygular da o kadar renklidir… Ruhun kalıtımla geçen bir parçası gibidir, betimlenemez; önceden bilinçdışında var olan kalıptır, biçimdir, her zaman, her yerde kendiliğinden oluşur.”(C.G.Jung,) Başka bir deyişle arketipler, bilinçdışı fikirleri kavrayışımızın şekillenmesine yardımcı olan ruhsal kalıplardır. Jung pek çok arketip tanımlamasına rağmen bir kişilik sistemi olarak gördüğü dört temel arketip vardır.
Ben
Jung’un sistemindeki en önemli arketip olan ben, bilinçaltının tüm yönlerini dengeleyerek kişiliğin tüm yapısına birlik ve istikrar kazandırır.Kişiliğin tamamını temsil eden benin amacı tam bir bütünleşmeye ulaşmaktır.Jung ben’i kendini gerçekleştirmeye yönelik bir ihtiyaca benzetmiştir.Kendini gerçekleştirmeyi ise kişiliğin tüm yönlerinin bir ahenk ve bütünlük içinde olması olarak tanımlamış, bu durumun orta yaşa kadar ortaya çıkamayacağına inanmıştır.
Persona
Persona kamusal yüzümüz olup, hem bilinçli hem bilinçdışı olarak takınabildiğimiz, egonun gerçek niteliğini toplumdan gizlemek amacıyla yarattığı bir maske gibidir.Personayı yalnızca nesne ile yani dış dünya ile olan ilişkiyle ilgili olduğu için kişilikle bir tutmamak gerekir.Persona bireyle toplum arasında insanın nasıl görünmesi gerektiği konusunda bir uzlaşmadır. Bu nedenle de bireyin gerçek kişiliğine karşılık gelmeyebilir.
Anima ve Animus
Davranışları ayarlayıcı olması nedeniyle en etkin arketiplerdendir.Anima erkeğin bilinçdışının kadınsı yanıdır.Anima, belirli bir kadın değildir, kadın olmanın bütün eski görünümlerini içerir.Animanın bireysel ruhta kişileşmiş biçimi, erkeğin kadınlar hakkındaki izlenimlerine dayanır. Animus ise kadının bilinçdışının erkeksi yanıdır. Kadın ruhunun mantıksal kısmını temsil eder ve kadını bilgiye ve gerçek anlama doğru götürebilir. Bu iki cinsellik, biyolojik bir olgunun yansımasıdır. Anima ile animus düşlerde ve düşlemlerde kişileşmiş olarak belirir ya da erkeğin duyguya, kadınınsa düşünceye verdiği aşırı önemde gözlemlenir. (Ender Gürol,1991)
Gölge
Gölge arketipi, kişiliğimizin hayvana benzeyen yanı ve hayatın daha alt şekillerinden bize kalan mirastır. Kişiliğin bilinçdışı bir parçası olan gölge, kişinin sahip olduğunu kabul etmekte zorlandığı kişilik zaaşarını içerir. Bilinçli olarak gölgenin ne kadar az farkındaysak, gölgelerimiz o kadar yoğun olur. Gölge çoğu zaman rüyalarda karanlık, çoğunlukla olumsuz bir figür olarak görünür. Uyanık yaşamda ise özellikle aynı cinsiyetten kişilerle karşılıklı ilişkilerimizde açığa çıkar. Gölgenin olumlu tarafı ise en yüksek düzeyde insanı gelişim için gerekli olan spontanlığın, yaratıcılığın, içgörünün ve yoğun coşkuların kaynağıdır (Duane P. Schultz,Sdyney Ellen Schultz,2007). Jung analitik psikoloji sistemi içerisinde psikolojik tipler kuramı ile kişilik ve ilişkilere de yeni bir bakış açısı getirerek önemli kavramlar oluşturmuştur. Bu kuram çerçevesinde Jung, öncelikle insanların ‘içedönük’ ya da ‘dışadönük’ olarak iki ‘tutum’ sergilediğini ileri sürmüştür.Sonraları iki tutum tipinin genel olduğu kanısına vararak kuramına düşünme, hissetme, duyumsama ve sezme adı altında dört ‘işlev’ eklemiş ve bireyin kişiliğinin iki tutum ile dört işlevin herhangi bir birleşiminden oluştuğunu belirtmiştir
Tutumlar
İçedönüklük ruhsal enerjinin (libido) kişiye dönük olmasıdır. İçedönükler, dış dünyadan çok düşünce ve hislerden oluşan kendi iç dünyalarıyla ilgilidirler. Davranışlarına öznel etmenler yön verir ve düşünceli, kararsız insanlardır. Genellikle yeni nesne ve durumlar ile karşılaştıklarında uzak durmayı tercih ederek bir ölçüde savunma durumunda gibi görünebilirler. Dışadönüklük ise ruhsal enerjinin dışarıya dönük olmasıdır. Dışadönükler, dış dünyayla ve ilişkilerle ilgilenirler. Davranışlarına genellikle nesnel etmenler yön verir ve değişime açık, uyumlu, cana yakın bir kişilikleri vardır. Jung birbirine zıt olan bu tutumların her insanda belli bir seviyeye kadar bulunduğunu ancak birinin daha baskın olma eğilimi gösterdiğini belirtmiştir (Ruth Snowden,2011).
İşlevler
Doğada dört dengeli öğe olduğu fikri eskilere dayanmaktadır. Eski Yunan’da filozoflar ve hekimler dört kişilik tipi belirlemeye çalışmışlar ve bunu dört doğa enerjisi fikrine dayandırmışlardır. Jung, kendi dört kişilik kuramını geliştirirken bu fikri temel alarak, dört işlevi iki karşıt çift olarak gruplandırarak bir denge izlenimi vermiştir.
Düşünme ile hissetme; duyumsama ile sezgi birbirinin karşıtıdır. Düşünmenin temeli rasyonel analizdir ve bize bir şeyin ne olduğunu bildirir. Düşünmenin ön planda olduğu insanlar, fikirler arasında bağlantı kurarak mantıksal sonuçlara varmakta, yeni koşullara uyum sağlamakta başarılıdırlar. Açık sözlü olan bu bireyler, duygusal açıdan sakin ve uzak görünebilirler. Hissetme ise bize bir şeyin hoş olup olmadığını bildirir. Hisli insanlar, durumları ‘iyi’ ya da ‘kötü’, ‘hoş’ ya da ‘hoş değil’ kavramlarına göre değerlendirirler. Güçlü bir geleneksel kavrayışları olan bu bireyler için insan ilişkileri önemlidir ve çoğunlukla sıcakkanlı ve yaratıcıdırlar.
Duyumsama yani algılama fiziksel nesnelerin bilinçli algısıdır. Bize dış dünyada bir şeyin var olduğunu ve bunun neye benzediğini bildirir. Bu tarz bireyler, duyu organları aracılığıyla algılanan bilinçli duyu izlenimlerini temel alırlar. Maddi şeyler bu bireyler için çok önemlidir ve her şeyi göründüğü gibi kabul ederler.Sezme ise bilinçsiz bir algılamadır ve kişiye olaylar hakkında sezgisel bir kavrayış kazandırır.Sezme bize bir şeyin nereden gelip nereye gittiğini bildirir.Bu tip bireyler, talihin, olasılığın, geçmişin ve geleceğin farkındadırlar ancak dalgın ve dünyadan kopuk olabilirler.
Jung dört işlev ve iki tutumu birleştirip, sekiz psikolojik tipe ulaşmıştır.Kişinin psikolojik tipi, o kişinin dünyaya bakışını ve ilişkilerle, durumlarla nasıl başa çıktığını belirlemede oldukça önemlidir.Jung’a göre kişilik sabit değildir.Dada dengeli hale gelebilmek için bireylerin karşıt işlevleri ve tutumları geliştirmesi gerekmektedir (Ruth Snowden,2011).
Jung Analizinin Kilit Yönleri
Jung’un psikoterapisi, hem bedensel, hem de ruhsal acıları giderecek,iyileştirecek niteliktedir.Uyguladığı yöntem de, yöntemin yoğunluğu da vakanın gereksinimlerine, hastanın ruhsal yapısına göre değişmektedir ve kişiliğin biçim bulmasında yardımcıdır.Jung,her kişinin anlatacak benzersiz bir hikayesi olduğunu, bu hikayelerin bazı yönlerinin bilinçdışında gizlediğini vurgulamıştır.Hastalarını tanımak ve yardımcı olmak için analizi sırasında temel olarak kullandığı yöntem onların hikayelerini sabırla dinlemekti.Diğer psikanalizcilere oranla hastalarının çocukluk deneyimlerinden çok mevcut yaşamları üzerinde duruyor ve onların iç dünyalarına ulaşabilmek için farklı yaklaşımlar kullanıyordu.
Semboller
Rüya analizinin Jung’un terapisinde önemli bir yeri vardır ve rüyaların sembolik içeriklerine odaklanarak kişinin bilinçdışında neler olup bittiğine yönelik ipuçları sağlıyordu. Kişinin bilinçdışı sembollerine karşı duygusal tepkilerini değerlendirerek, bilinçdışı veriyi bilinçli farkındalığa dönüştürebildiğini gözlemlemiştir.
Arketip İletiler
Biliçten yükselen sembollerin arketipsel olduğunu gözlemlemiştir.Bu sembolleri bir anlama ulaştırmak için mit,folklor ve dini semboller arasında bağlantılar kurarak onların kolektif içeriğini keşfediyordu.
Çağrışım
Hastalarının bir imge ya da kelime aracılığıyla kendiliğinden ortaya çıkan bağlantılı düşüncelerin izinden gitmesini sağlayarak, bilinçdışı komplekslerini açığa çıkartmaya çalışıyordu.
Aktif İmgem
Bir oyun gibi olan aktif imgem sürecinde Jung hastasını uyku ve uyanıklık arasında bir gündüz düşünün içine sokarak onların çizim, tiyatro, yazı yazma, heykel gibi sanatsal yöntemler aracılığıyla bilinçdışlarını özgürce ifade etmesini sağlıyor ve bu imgeleri kullanarak rüya analiziyle birlikte bir sonuca ulaşmaya çalışıyordu.
Yaratıcı Görselleştirme
Sezgisel olarak aktif imgelem yöntemiyle bağlantılı olan yaratıcı görselleşme tekniğinde, aktif imgelemin aksine, sürecin sorumluluğu terapistte aittir.Hastanın hafif bir hipnoz halinde olduğu bu yöntemde, terapist hastayı bir iç yolculuğa çıkartarak bilinçdışını keşfetmeye çalışır.
Jung’un hayatı ve kuramı arasındaki ilişki
Jung’un kuramında hayatının, deneyimlerinin çok büyük etkilerine rastlamamız mümkündür. Hatta bir eserinde “Yaşamım, ortaya koyabildiğim bilimsel yapıtlardır. İkisi de aynı şey demek. Yapıtlarım, içsel gelişmemi ifade ettikleri için yaşam yolumdaki belli durak noktaları olarak değerlendirilebilirler…Yazdıklarım bana içimden saldıran şeylerdi.Beni harekete geçiren ruhun konuşmasına izin verdim.” ifadesini kullanmıştır (Jung,2001). Jung çocukluğundan itibaren annesinin babasına göre daha güçlü bir kişiliği olduğunu onu sevmesi mi yoksa ondan çekinmesi mi gerektiğini kestiremezdi. Bu sebeple Freud’un psikanalizinin aksine, Jung’un analitik psikolojisinin temeli anaerkildir ve hem yok edici hem de koruyucu kadın imgeleriyle doludur. Jung’un annesi dinamik ve güçlü ancak aynı zamanda da gizemli ve öngörülemez biriydi. Anne ve babasının evlilikleri ise farklılıkları sebebiyle oldukça zor bir evlilikti. Her iki durumun da Jung’un analitik psikanaliz sistemi çerçevesinde geliştirmiş olduğu psikolojik tipler kuramında, özellikle içedönüklük ve dışadönüklük kavramlarını oluşturmasında etkisi olduğu düşünülebilir. Jung’un babası ile olan ilişkisinin de kuramı üzerinde etkisi olmuştur. Babasının Klasik Çağ ve Doğu araştırmalarına yönelik güçlü akademik ilgisi vardı ve babasının bu ilgisi ilerleyen dönemlerde Jung’un doğu öğretilerini derinlemesine araştırmasına sebep olmuştur. Bu araştırmalar Jung’un kuramında mitolojik ögelerin ve sembollerin ön planda olmasıyla kendini göstermektedir. Jung çocukluğunda sık sık değişik rüyalar görür ve bunları anlamlandırmaya çalışırmış. Rüyalarının üzerinde bu kadar durması, terapilerinde temel olarak rüya analizine odaklanmasına ve bilinçdışının rüyalara yansıdığını savunmasına yol açmış olabilir. Jung’un hayatının kuramlarına yansımasını görebileceğimiz bir diğer nokta ise Freud ile yollarını ayırdıktan sonra uzun yıllar süren bir depresyona giren Jung en önemli fikirlerini bu dönemde oluşturmuştur. Sonraki yıllar Jung’un çocukluk döneminden çok orta yaşta yaşanılanların insanın kişiliği üzerinde daha etkin olduğunu savunmuş olmasının sebebi olarak kendi deneyimlerini gösterebiliriz.
KAYNAKÇA
Yrd.Doç.Dr. Aysel Kayaoğlu, Doç.Dr. Rüçhan Gökdağ, Prof.Dr. Çiğdem Kırel, 2013, “Sosyal Psikoloji I ”, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını, Eskişehir Nicky Hayes, 2011, “Psikolojiyi Anlamak”, Çevirenler: Filiz Şar – Asiye Hekimoğlu, Optimist Yayınları, İstanbul Christian Jarrett, 2012, “ 30 Saniyede Psikoloji”, Çeviren: Zeliha Babayiğit, Caretta Kitapları, İstanbul Ruth Snowden, 2011, “Jung Kilit Fikirler”, Çeviren: Kemal Atakay, Optimist Yayınları, İstanbul Carl Gustav Jung,2003, “Dört Arketip”, Çeviren: Zehra Aksu Yılmazer, Metis Yayınları, İstanbul Ender Gürol, 2001, “Analitik Psikoloji ve C.G.Jung” , Cem Yayınevi, İstanbul Duane P. Schultz, Sydney Ellen Schultz, 2007, “Modern Psikoloji Tarihi”, Çeviren: Yasemin Aslay, Kaknüs Yayınları, İstanbul